31 Mayıs 2013’de, İstanbul Gezi Parkında başlayan ‘Gezi terörü’ başlangıçta sadece ağaçlar kesilmesin diye başlatılan bir eylem görüntüsündeydi. Masum bir eylem gibi, doğaseverlerin zaafı kullanıldı ve yeşil alan yok ediliyormuş gibi gösterilip insanlar sokaklara çekildi.

Oysa dış güçler tarafından her şey çok önceden planlanmıştı. Başbakan Erdoğan’ın Büyük Orta Doğu Lideri çıkışıyla başlamıştı her şey. Orta doğunun dayanışma içersine girmesi, kendisine ortak ve güçlü bir lider olarak Erdoğan’ı belirlemesi, 35 senedir maddi-manevi desteğini sağladıkları PKK’nın dağdan inmesi, Türk-Kürt sorununun ortadan kalkmış olması son derece rahatsız ediciydi. Hele hele Barzani ile Erdoğan’ın petrol ittifakına girmiş olması, kendi kendine yetebilen ve her geçen gün ilerleyen bir Türkiye profili kesinlikle silinmeliydi.

Ne de olsa bu uğurda 35 sene boyunca mücadele etmişler, PKK’yı besleyip bugünlere getirmişlerdi. Oyunlarını bozacak bir Erdoğan ise hesaplarında hiç mi hiç yoktu. 35 sene boyunca İngiltere, Fransa, Almanya, Amerika ve İsrail PKK’yı beslerken, Türkiye Cumhuriyeti gelirinin % 40’ını terörle mücadeleye harcadı. Aynı parayı PKK’ya harcayan dış güçler herhalde PKK’ya parayı; “Alın da bir Kürdistan kurun” diye vermiyorlardı. Onların tek istediği karşılarında güç olamamasıydı, böylece istikrarsız ve kendilerine muhtaç ülkeleri rahatça sömürürken, uyuşturucu ve silah ticaretlerini de yürütmeye devam edeceklerdi. 

Yıllar boyu Ergenekoncularla yaptıkları işbirliği sonucunda, istedikleri gibi karakol basmış, uyuşturucu işlerini Ergenekoncular sayesinde rahatça yürütmüş, kendilerine karşı çıkan asker olduğunda da “intihar etti” denilerek ailelerine teslim etmişlerdi. Bunca yıl işler gayet tıkırındayken nereden de çıkmıştı bu ‘Barış’ denen şey!

Acilen bir şeyler yapmak lazımdı. Önce dünya direniş örgütüne başvuruldu. Tarih boyunca bu örgüt parayla çalışmış, karıştırılmak istenen ülkelerde para karşılığı eylemcilere eğitim vermişti. Gezicilere ilk olarak Sırbistan’da eğitim verildi. Sonrasında en büyük görev yıllardır siber terör örgütü olarak adını duyurmuş Redhack’a düşüyordu.

Redhack, Kürdistan devrimine hizmet etmek amacıyla devrimci dayanışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. 1997’de kurulan bu örgüt, ilk başlarda sadece kırmak(hack) eylemleri ile sınırlıydı. Örgütün en büyük destekçisi Fransa olmakla birlikte, Fransa’da öldürülen PKK’nın üst düzey sorumlularından Sakine Cansız ve bunlar gibi PKK’lıların pek çoğunu Fransa saklamaktaydı. Hiçbir mücadele biçimini reddetmemekle birlikte illegal bir örgüt olduklarını kabul ediyorlardı.

Redhack, DHKP-C ve PKK gibi tüm devrimcilerle her türlü işbirliğine hazır olduğunu sürekli vurguluyordu. ‘Siber terör’ adı ile internet üzerinden saldırılarını yaparak, binlerce siteyi hackleyip, sanal ortamda işçi sınıfı mücadelesini destekliyorlardı.

Redhack gezi operasyonu ile ilgili finansmanının neredeyse tamamını Fransa’dan alıyordu. Fransa’dan gelen bu paralarla İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya olmak üzere, Türkiye’nin 4 ayrı yerinde bürolar tutulmuş ve direniş eğitimi verilmeye başlanmıştı. Yaklaşık 1 yıl süren bu eğitim süresi boyunca, kötü emellerine alet edecekleri masum vatandaşları ise, ‘Gezi Parkındaki proje değişikliğine hayır’ kampanyası adı altında topladıkları imzalarla edinmişlerdi.

Finansman, eğitim, örgütlenme artık hazırdı. Geriye Gezi kıvılcımını çakacak mahkeme karar günü kalmıştı. Mahkemenin görüldüğü gün düğmeye basıldı, 1 yıldan fazla süredir gezi parkındaki değişikliğe ‘hayır’ imzası verenlere twitter ve facebook aracılığıyla ulaşıldı ve insanlar ağaç bahanesiyle sokaklara çıkarıldı.

Redhack’a ilişkin en çarpıcı şey, sitelerinde yer alan şu sütundu: “Biz Türk ve Atatürk düşmanı olduğumuz halde, üyelerimizin % 90’ı Türk ve Atatürk bayraklı insanlardan oluşuyor. Bu bize Türklerin ne kadar kolay idare edilebilir olduğunu gösteriyor” yazıyordu sitelerinde… Nitekim sitelerinde yazdığı gibi kitleleri kolayca sürükleyebildiler kötü emelleri doğrultusunda.

Gezi direnişi adı altında gerçekleşen terör esnasında Türk bayrağı ile apo bayrağının yan yana açılmasından rahatsız olmayan geziciler, yine Türk bayrağı yakılırken de seyirci kalmışlardı. Pkk bayraklı çadır ile Türk Bayraklı çadırı da yan yana kurmuşlardı. İşte bu da bize; Redhack’ın üyelerinin kolay sürüklenebilir fikrinin doğruluğunu fazlasıyla gösteriyordu.

Gezinin ilk gününde tam 249 yabancı gazeteci Taksimde konuşlanmıştı. Yine ilginç olan başka bir nokta da; eylem için dışarıya çıkan insanların neredeyse tamamının elinde yabancı pankartlar vardı. Her yerde ‘Occupy’ yani ‘direniş’ yazıyordu ve tüm pankartlar yabancı dille hazırlanmıştı. Ne de çabuk toplanıvermişlerdi, nasıl organize olmuşlardı ve neden pankartlar yabancı dildeydi?! …

Redhack sosyal medyadan yalan haberlerine başladı, dünyanın çeşitli ülkelerinden edindiği insanlara işkence görüntülerini montajlayarak servis etti. Önce polisin itibarını yitirtti, polisi cani ve insanlara işkence yapmış gibi gösterdi. Aldıkları eğitimde yegâne unsur ‘kan’ olmasıydı. Zira kan olmazsa dünyayı etkileme şansları da olmazdı. Başbakanı diktatör, polisi de diktatör kuklası gibi göstermek öncelikli hedefti.

Eylem yapan masum vatandaşları galeyana getirmek için her türlü yolu denemiş, sosyal medya üzerinden felaket görüntüleri servis etmiş, bu arada polisi üzerlerine çekip çatışma çıkartmak için de trafiğin aktığı yolları kapatmışlardı. Ne de olsa polis yolları açmak için muhakkak müdahale etmek zorunda kalacaktı. İstanbul ve Antalya’da eylem yapılan yerler turist otobüslerinin güzergâhıydı ve kapatılan yollar nedeniyle otobüslerin yerlerine ulaşmaları mümkün olmadı. Sonunda beklenen oldu ve polis yolları açmak için yaptı ilk müdahalesini. Önce toma, sonra biber gazı…

Olayların kızışması ve kontrolden çıkması için cemaat de cephedeki yerini almıştı. Zira ilk orantısız güç kullanan, masum insanları hedef alıp toma ve biber gazına boğan polisler cemaatin polisleriydi. Bu polisler ya da polis geçinen maşalar, insanların Türk polisine itibarı kalmaması için üzerlerine düşen görevi layıkıyla yaptılar. Masum eylemcinin gözünde polis artık bir canavardı.

Eylemin ikinci günü ve takip eden diğer günlerde olaylar tam da istenildiği gibi giderek kontrolden çıktı. Dünyada ilk kez insanlar “Açız”, “İşsiziz” demeden hükümet karşıtı eylem yapıyorlardı. Plan gereği polisi itibarsızlaştıran ve halk düşmanı ilan ettirenler önce polisin karşısına askeri çağırdılar. Bu isteklerini azimle sürdüren gezici ve eylemciler Nato’yu davet edene kadar gittiler.

Şehirler artık Vandalların elindeydi. Ayaklarında nike’lar, adidaslar, üzerlerinde lewis kotlar, marka tişörtlerle ortalığı yakıp yıkıyorlardı sabah akşam… Akşam olunca Pkk ile Türk bayraklı dost çadırlarına çekilip, gitar çalıp şarkı söylüyorlardı. Yeme içme sorununu da fedakâr ve cefakar Koç canı gönülden hallediyordu. Gezicilerin bir kısmı her ne kadar telefonla ve internetten sipariş getirttiklerini iddia ediyor olsalar da, Migros kolileriyle gelip alana bırakılanlar bunun aksini gösteriyordu.

Özellikle 4 büyük şehirde her yeri apo ve pkk bayrakları ile kaplamışlardı. Yeni yetişmekte olan nesil ilk kez bu kadar özgürdü. (Tabii buna özgürlük denirse!) Enerjilerini polise saldırarak, Molotof kokteyli atarak harcıyorlar ve bu yolla da müthiş bir adrenalin sağlıyorlardı kendilerine. Başka hangi ortamda durakları devirebilir, yolları kapatabilir, bankamatikleri kırıp, belediye otobüslerini ve polis aracını yıkıp devirebilirlerdi ki?!

Turizm sezonunun başında verdikleri zarar milyonların çok üzerindeydi. Yurt dışı rezervasyonlarının büyük kısmı iptal edilmiş, borsa düşmüş, dolar ve Euro fırlamıştı. Tüm bunları hesap eden cemaat de vurgununu vurmuş ve sermayesini Brezilya’ya taşımıştı. Nitekim Brezilya’da da bir iç karışıklık planlanmıştı. Düğmeye basılıp piyasalar hareketlenince oradaki vurgununu da tamamlayıp Bank Asya’ya doğru çekti sermayesini Cemaat.

Tüm bu iniş çıkışlardan nemalananlar varken, bir taraftan da Mısır ve Suriye karıştı. Amaç zayıf anımıza denk getirip müdahale şansımızı ortadan kaldırmaktı ve nitekim öyle de oldu. Kendi telaşımızdan, şehir teröründen ve alt üst olan ülke dengesinden, kafamızı kaldıracak halimiz kalmamıştı.

Her geçen gün ipler daha da çok geriliyor, daha fazla insan sokağa çekiliyordu. Dünya direniş örgütünün iç savaş çıkartma taktiği olarak uyguladığı taktikler kısmen işe yaramıştı. İçki şişesiyle TC. yazılması, Türk bayrağının geziciler eşliğinde yakılması, apo bayrağının Atatürk ve Türk bayrağıyla açılması tüm Türk insanını çileden çıkarttı. O zamana kadar sosyal medya kullanmayan milyonlarca insan hesap açtı ve bu yolla ses duyurmaya çalıştı. Milyonlarca insan yapılanların yanlış olduğunu yazıyor, redhack’ın insanları gaza ve galeyana getirmek için yayınladığı resimlerin sahteliğini ortaya koyuyorlardı.

Sosyal medyadaki karşılıklı çatışma zamanla eşi, dostu, akrabayı ve arkadaşı birbirini silecek noktaya getirdi. İnsanlar artık birbirlerine tahammül edemez noktaya geldiler. Sadece Ak Partili değil, gezi karşıtı insanlar bile gezicilerin karşısına çıkıp çatışmayı istedi defalarca. İşte tam bu noktada Başbakan meşhur ‘balkon’ konuşmasını yaptı. Gezicilerin iddia ettiklerinin aksine, Başbakan kışkırtıcı değil, teskin ediciydi. Herkes Başbakanın iki dudağının arasından çıkacak; “Bunlara bir dur deyin” şeklindeki lafa bakıyordu. Artık normal insanlar da sokağa çıkmak için küçük bir kıvılcım bekliyorlardı. Ama bu olmadı, Başbakan ; “Yüzde 50’yi evde zor tutuyorum” derken çok doğru söylüyordu. Zira insanlar, olup bitenlere karşın sessiz kalmaktan sıkılmış, ülkelerinin yakılıp yıkıldığını görmeye de tahammülleri kalmamıştı.
Atatürk’ün askerleriyiz deyip PKK ile omuz omuza olunmasını, milliyetçi ve duyarlı geçinip, sözde ağaç için çıkıp Türk Bayrağının yakılmasını da kaldıramaz oldu insanlar.

Bu arada Başbakan ve Ak Partinin pek çok Bakanı, gezicilerden taleplerini sordular. “ Yeter artık, bu işe bir son verin, asıl amacınız ne, ne istiyorsunuz onu söyleyin” dediler. Tüm gezicileri temsilen çıkan ne olduğu belirsiz kişiler, ellerinde tamamen dış güdüm listesi olduğu açıkça görünen bir listeyle çıktılar ortaya. Listede Türkiye’nin gelişimi için ne varsa iptal olması talep ediliyordu. 3’üncü havaalanı, 3’üncü köprünün iptali, Valilerin yerlerini değiştirebilme ve görevden alabilme yetkisi gibi pek çok dış güdüm maddesi yer alıyordu. Binlerce kişi, onca gün eylem adı altında yaptıkları Vandallık sonucunda Hükümetten istifasının dışında hiçbir şey talep etmediler.

Tüm sezonu baltalayıp, Türkiye ekonomisini alt üst ettikten sonra yapılan uyarıları dikkate almayan geziciler, yapılan kararlı operasyonlar sonucunda sokaklardan evlerine gönderildiler. Böylece bir gezi hikâyesi yerini bol yalanlı kitaplara bıraktı.


Bu arada yaptıkları terör sırasında ölen terörist Ethem Sarısülük’ü omuzlarda taşıyıp, Türk bayrağıyla şehit edasıyla gömdüler. Yıllar boyu Türkiye’deki tüm eylem ve olaylarda kare kare görüntüsü bulunan Ethem Sarısülük’ün PKK ile birlikte görüntüleri de mevcut.

Gezi olayları sırasında belediye otobüsüne atılan bir molotofla ağır yaralanan ve aylarca komada kaldıktan sonra hayatını kaybeden 13 yaşındaki küçük Serap ve çiçeği burnunda evli, karısı da hamile komiser, iddialara göre teröristleri kovalarken köprüden düşmüş, telsiz konuşmalarına göre de köprüden aşağıya itilme yoluyla ölmüştür. Gezicilerin aksine tüm bunlar insanları kışkırtma ve infiale sebep olma yönünde kullanılmamıştır. İşin en kötü yanı ise, teröristi ‘devrim şehidi’ diyerek omuzlarda taşıyanlar, ölen bu masum insanların adını dahi anmamışlardır.

İşte buradan bile kişilik ve insan haklarının hiçe sayıldığını, belli bir kesimin kötü amaçları uğruna ülkeyi karıştırdıklarını, onca yakıp yıkmadan sonra ne ülkenin istikrarını ne de çevreyi önemsemediklerini anladık. Şimdi, gezi olaylarının başlangıcından tam bir yıl sonra, sanatçıların yaptığı bir kliple halkı tekrar sokağa çekme çabalarını kınıyorum.


Türk halkı kendine yakışır cevabını en demokratik şekilde vermiş, hükümete olan güven ve yetkisini oyları aracılığıyla göstermiştir. Halkın verdiği demokrasi mücadelesinin karşısında anti-demokratik eylemlere soyunanlar, devlet tarafından karşılığını muhakkak göreceklerdir. Zaten devlet yerine halk kendi adaletini sağlamak için sahalara indiği anda, düşmanların arzusu da yerine gelmiş demektir.


Tüm bunları size aktarırken unuttuğum yegâne bir nokta var ki, bu da gezi büyüsünü tamamen bozuyor. Tomalı kadın, duran adam, müftünün karısı ve kırmızılı kadın, Sırbistan’da dünya direniş örgütü tarafından eğitim alan kuklalardır. Yine küçük bir anekdot aktarayım size; kırmızılı kadın hükümetin kürtaj yasağına tepki gösteren biriyken, kırmızı giymesinin sebebi, dünyaya şirin gözükme çabasından ibarettir. Zira Türkiye’de kürtaj yasağı konuşulduğu esnada, Avrupa birliği kadınları da, aynı gün kürtaja karşı olduklarını göstermek için kırmızı giyme eylemi yapıyorlardı. Hem hükümetin kürtaj yasağına karşı çıkıp hem de aynı anda Avrupa birliği ülkeleri kadınlarının kürtaj yasağına destek vermek, dünyaya ikiyüzlülüğünü ilan etmektir. Yine dünya direniş örgütünün kendi logosunu taşıdığı kıyafetleri giymesi, giydirmesi de son derece manidardı.

Gezi sözde direnişi, şımarık, tatminsiz ve tuzu kuru insanların hayatlarını renklendirmek için diğer insanların hayatlarını hiçe saymasıdır. Özgürlük naraları atarken sesleriyle ortalığı gürültüye boğan, bir özgürlüğün başladığı yerde, başka bir özgürlüğü sonlamayan bencillerin dünyasının temsilidir…

Gezicilerin sanatçılar aracılığıyla çektikleri klipte, çöp toplayan, dükkânları tamir eden, ağaç diken, dostluk ve barış içinde halaylar çeken riyakârca görüntülerini de kale almıyoruz. Gezi bir terör örgütüdür. Gezi ruhu; düşmanların; “ Biz bile daha iyisini yapamazdık” dedikleri bir terör hareketidir. Gezi adı altında ülkemize, polisimize, düzenimize, devletimize yapılanları unutmadık ve unutturmayacağız.


Banu Barlas Okumuş
Özel Çalışma

resim332522

resim937457

resim153486

resim272193

resim696691
resim592678

resim585345

resim546769

resim187516

resim878831



Kaynak: Özel Haber